17 Temmuz 2014 Perşembe

Üçüncü Sınıftan Doğan Müzik






“Beni gözetlemekle suçluyorsun.
 Ben tek bir şey bile görmedim.
Beni sevişmekle suçluyorsun.
Ben elimi bile sürmedim.
Beni cinayetle suçluyorsun.
Ben kimseye zara vermedim.
Beni sahtecilikle suçluyorsun.
Ben adımı bile yazamam.
Bana vergi suçlaması yapıyorsun.
Benimse tek bir kuruşum bile yok.
Beni o çocuklarla suçluyorsun.
O çocukların hiçbiri benim değil.
Kötü şans…
Kötü şans beni öldürüyor.
Artık kalamam…
Daha fazla bu üçüncü sınıfta.”


 Yukarıdaki şarkıyı, kendinizi Mississippi Deltası’nın tam ortasında, Memphis’te, bir siyah olarak hayal ederek okumanız “Blues” müziğinin köklerini hissetmenizde özellikle önemli. Yoğun bir göç sonucu gelip yerleştiğiniz ve nüfusun yüzde kırkını oluşturduğunuz bu kentte, siz ırkçılığın ilk elden tanığısınız. Tepede topraklarıyla eski köle sahipleri ve sanayiciler, hemen altında beyaz emekçi sınıf ve en nihayetinde bir üçüncü sınıf olarak görülen siz. Ve bu kentte, size elinizdeki enstrümandan başka her şey yasak. Peki bu noktaya nasıl geldiniz ? Amerika kıtasına götürülen ilk Afrikalı köleler, Virginia Kolonisi’ne Hollandalılar tarafından 1610 yılında getirildi. Toprak işlenmesi ve mahsul toplanmasında kullanılan kölelerin sağladığı düşük maliyetli üretim, 1660’larda işçi talebinin artışıyla birlikte köleliğin kurumsallaşmasını sağladı. 19. yüzyılın sonlarına doğru kölelik öyle bir sömürü halini almıştı ki, 1850 yılına kadar Amerika’ya neredeyse 15 milyon siyahi insanın ayak bastığı biliniyor. Üstelik Afrika kıtasından alınan 40 milyon siyahın “Tumberio”* denen gemilerle çıktıkları yoldan geriye kalan rakamdı bu.

 Yukarıda anlatılan durumun getirisi olarak, Güneyde biriken kölelik-köle ticareti- toprak sahibi ilişkisi, Kuzeyde kurulan sanayinin gelişmesini engelliyordu. Kuzey ve Güney arasındaki bu gelişim farkını ortadan kaldırmak hedefiyle 1854 yılında kurulan Cumhuriyetçi Parti ve başkanı Abraham Lincoln, Amerika Başkanlığı’na seçilir seçilmez Haziran 1863’te köleliği resmen kaldırmış oldu. Ama yoksul ve topraksız olan siyahlar için bu başka bir tehlikenin habercisiydi. Ya Güney’de ırkçılığın göbeğinde, tarımsal sanayinin gelişmesiyle ortaya çıkan işsizliğin getirisi yoksulluk içinde ölecekleri günü bekleyeceklerdi ya da Kuzey’de gelişen sanayi için ucuz iş gücü olmak üzere kentlere göç edileceklerdi…
Burada bir parantez açmakta yarar var. Toprak sahipleri tarafından, kölelikleri sürecince siyahlar, Hıristiyanlaştırılarak kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Köleler içinse, bu yeni dinin peygamberinin acısı, kendi yaşamlarıyla özdeşlik oluşturuyordu. Bu dönemde köle yaşamının getirisi sayılabilecek Blues müziğinin hüznü, bu hüzünden çıkma isyanını da yine din üzerinden “gospel”** denen kilise müziğiyle yapıyor ve çok sesli karakterine kavuşuyordu.

“Efendi bana, zencileri kendisine itaat etmesini vaaz edersem cennete gideceklerini söylemem konusunda emir veriyordu. Bense onlar için daha iyisi olduğunu biliyordum. Onlara gizli gizli, dua ederlerse Tanrı’nın onları özgür kılacağını söyledim…”

  Göçün kentlere doğru olması kentlerde siyah kültürünün geliştiği mahalleler oluşturmuştu. Kendi müzikleri, kendi aile ilişkileri, kendi kiliseleri ve kendi hayat görüşleri gelişmeye başlayan siyahlar, özgürlük mücadelesini sağlamaya çalıştıkları tüm noktalarda, kendi değerlerini sahiplenen bir noktaya tutunmuş kalmışlardı. Ve artık asimile aracı olarak kullanılan din, siyahların elinde dönüştürülmüş bir yapı kazanmış ve beyazlara karşı bir silaha dönüşmüştü. Öte yandan yeni dinlerinin etkisiyle, iyice pekişen siyah kültür, özgürlük ve üçüncü sınıftan kurtulma yolunu, değerlerini koruma kurgusuna yerleştirerek aşmaya çalışmış ve bu konuda büyük ölçüde başarısız olmuştur.

   Öyle ki, Blues müziği yapan siyah için özgürlük ve üçüncü sınıftan çıkma meselesi, bu çıkışı sağlamanın özgürlük getirdiği kurgusuyla, daha fazla para kazanma ilişkisine bağlı olarak gelişen rekabeti, plak şirketlerinde sergilemekten öteye geçmemiş ve Blues, özgün yapısını, kapitalizm içinde kent algısını sınıfsal bir düzlemde oturtamayarak kaybetmiştir. Ama baştaki özgünlüğünün getirisi olan armoninin birikimini aktarmayı başarmış olacak ki, önüne geçilemez yayılış ve yükselişini sağladığı her yerde, armonisi ilk önce kentteki işçi mahallelerinde duyulmaya başlamıştır. Tamda bu noktada, kentin kaburgaları olan bu mahallelerden daha sivri dilli sesler çıkıyordu…

“Bay zengin, kalbini ve aklını aç;
Sen konağında yaşarken, zor dönemlerin
ne demek olduğunu bilemesin;
Yoksul işçinin karısı açlık çekiyor; senin
karın kraliçe gibi yaşıyor.














(…)
Eğer yoksullar olmasaydı, bay zengin;
sen ne yapardın?

 Kapitalist sisteme başkaldıran bir sürü işçi çocuğu, şimdi kentlerde, kenti ellerine alacak o gücü Blues’un özgünlüğünde ve hüzne karşı isyanında bulabiliyordu ve en önemlisi onu dönüştürebiliyordu. 60’lı yıllarda başlayan bu dönem, umut vaat eden yaklaşımının başlangıcındaki sivriliğini, sonraki dönemde nasıl oldu da toplumsal bir dönüşüme çeviremedi sorusunun cevabıysa şudur: Yaşadığı sınıfsal çelişkiyi, sınıfını terk ettiği bir noktada aramaya, yine bu çelişkiyi yaratan kapitalist sistemin yönlendiriciliğiyle doğrudan girmiş ve baştaki sınıfsal beslenmesini bireysel özgürlüğüne indirgemiştir. Yani, birey olma durumunu toplumsal etkilerden tamamıyla ayırmış, onları hiçe saymıştır. Aynı dönemde post-modernizmin etkileriyle gelişen varoluşçuluk, dadacılık vb. kavramların çatısını kurduğu modernizm eleştirisinin baştan hatalı olmasının sonucu olarak liberalleşmeyi çözüm olarak görmüş ve sınıf kavramını tamamıyla yitirmişlerdir. Bu noktada edilgen yapısının açık bir gericileşmeye çıktığı görülen post-modernizm ve getirileri, bireysel bir kaçış olmaktan öteye gidememiş ve en başta, mahallelerinde sağladıkları sınıfsal atağın yukarıdaki sebepler doğrultusunda yitimi, başkaldırdıkları burjuvazinin daha güçlü bir hal almasından başka bir işe yaramamıştır.

  Blues, doğuşu ve bu doğuştan kaynaklanan yapısı gereği bir özgürleşme çığlığıdır. Her özgürleşme çığlığı gibi tekrar tekrar yeniden üretilecek ve doğuşundan beri kaderinde olan özgürleşme birikimini doğru kanalı bularak harekete dökecektir. Bu hareketin kanalı, geçmişte olduğu gibi yine kentlerin kaburgalarını oluşturan sınıfın tam içinde bulunacaktır. Ve geçmişinden farklı olarak mücadeleyi gerektiğinde öne çekecek, gerektiğinde onu taşıyacak ve insanoğlunun birikimini geriye değil ileriye götürecektir. Hatta yapmaya başladı bile… Duyuyor musunuz?












“Doğumundan itibaren küçük düşünmeni sağlarlar.
Tüm bunların yerine sana hiç zaman
tanımayarak.
Acın o kadar büyüktür ki pek bir şey
hissedemezsin.
Sen de çalışan kesimin kahramanı olabilirsin.
(…)
Yirmi küsür yıl boyunca eziyet edip
korkuttuktan sonra,
Senden bir kariyer sahibi olmanı beklerler.
O kadar çok korkuyla dolmuşsundur ki
artik isleyemez durumdasındır.
Sen de çalışan kesimin kahramanı olabilirsin.
Kendini din, seks ve televizyonla avutursun.
Ve çok akilli, sınıfsız ve özgür olduğunu
sanırsın.
Fakat görünen odur ki hala koylunun
tekisin.
Çalışan kesimin kahramanı olabilirsin.
Sana zirvedeki o odayı anlatıp duruyorlar.
Fakat önce birini oldururken gülümsemeyi
öğrenmen gerekiyor.
Eğer yalnızca tepecikteki insanlar gibi
olmak istiyorsan.
İşte o zaman çalışan kesimin kahramanı
olabilirsin.
Kahraman olmak istiyorsan beni izlemen
yeterli…”




Serhat SAĞINDIK